İşçi ve çalışma hayatı ile ilgili düzenlemeler yeterli olmasa da günümüzdeki kazanımlar uzun ve zorlu bir mücadelenin ürünüdür. Şöyle ki;
Sanayi öncesi dönemde ekonomik sistemin temel dayanağı toprak olup, onu da sınırlı derecede ticaret, zanaat ve diğer iktisadî unsurlar takip etmiştir. Günümüzün ekonomik sisteminin temelini Avrupa kaynaklı felsefî, siyasî ve iktisadî düşünce sisteminde aramak doğru olacaktır! Hun ve Cermen akınları sonucu yıkılan Batı Roma İmparatorluğu sonrasında Avrupa Akdeniz’den İslâm Ordularının, doğudan Macar ve kuzeyden de Norman saldırılarına maruz kalmıştır. Güvenlik sorununun hat safhaya ulaştığı 10. yüzyılda Avrupa Feodaliteye teslim olmuştur.
Beş asrın sonunda nüfus artışı, yeni tarım alanları açılması ve icatlar, haçlı seferleriyle gelişen kültür ve ticaret ile coğrafi keşifler sonucu Avrupa’nın dinî, felsefî, siyasî ve iktisadî düşünce sisteminde köklü değişimler yaşanmıştır. Ticaret ve endüstrideki gelişmelerle yeni bir güç olarak ortaya çıkan tüccar kesimi senyörlere, kiliseye ve loncalara karşı aydınlar, serfler ve krallarla işbirliği yaparak hem ulusal yapıların ortaya çıkmasında, hem de sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasında etkin rol oynamıştır.
15. ve 18. yüzyıllar boyunca dönüşen bu süreç aydınlanma çağı olarak da adlandırılır. Aklın önünde engel olarak görülen skolastik düşünce, Rönesans hareketleri sonucu yıkılarak, aklı öne çıkaran felsefî, siyasî ve insanî akımlar gelişmiştir. Reform hareketleri sonucu da son feodal kale olan kilisenin gücü kırılmıştır. Bu sayede bireycilik ve doğal hukuk kavramları gelişerek iktisadî anlamda Sanayi Devrimi’ne, siyasî anlamda Fransız Devrimi’ne giden yolun önü açılacaktır. Ki, 1768 yılındaki buhar makinesinin icadı ve 1789 yılındaki Bastil Baskını milat kabul edilmektedir.
18. yüzyılda Birleşik Krallık’ta başlayıp, sonra Batı ve Orta Avrupa, Kuzey Amerika, Rusya ve 19. yüzyıl sonlarında Japonya’ya yayılan Endüstri Devrimi ile birlikte ortaya iki yeni sınıf çıkmıştı: İşverenler ve işçiler. Eskinin serfleri; usta, kalfa ve çırakları artık emeğini satan işçilere dönüşmüştü. Bu toplumsal değişim yeni siyasî ve iktisadî akımların da doğmasına neden olmuştu. Liberalizm öncesinde ilk kapitalist rejimler Merkantilistler ile Fizyokratlar olmuştur. Merkantilizm değerli maden birikimine dayanırken, Fizyokratlar da ‘bırakınız yapsınlar’ ilkesini benimsemiştir.
1776 tarihli Milletlerin Zenginliği kitabı Liberalizmin başlangıcı kabul edilir. Sistem ana hatları ile “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” prensibi ile girişimci ve serbest ticaret özgürlüğüne dayanır. Liberaller başta özel mülkiyeti savunurlar ve ekonomiye müdahale edilmesine karşıdırlar. Ekonominin kendiliğinden dengeye ulaşacağını savunurlar.
İşte, piyasa ekonomisinin serbest kurallarına terk edilen işçi sınıfı, güçlü sermeye sahipleri karşısında sosyal güvenceden yoksun, ağır çalışma koşullarında düşük ücret ve on sekiz saati bulan çalışma koşullarına tabi, kadın ve çocuk istismarına açık, ahlaki ve toplumsal çöküntü ile yüz yüze bırakılmıştır! Bu adaletsizlik toplumsal düzeni bozduğu gibi çatışmalara da zemin hazırlamıştır. Bu koşullarda 1800’lü yıllardan sonra gayri resmi meslek örgütlenmeleri de başlamış, makine kırma olayları ile başlayan eylemler kanlı ayaklanmalara dek varmıştır. Diğer taraftan liberal düzene karşı eleştiriler ve alternatif ekonomik modeller tartışılmaya başlanmış ve tüm bunların sonucunda 1864’te I. Enternasyonal Toplantısı yapılmıştır.
Kapitalizm gibi sosyalist düşüncelerin kaynağı da Antik Çağ’a kadar uzanmaktadır. Ancak bilimsel sosyalizm, vahşi kapitalizmin getirdiği tek taraflı hak ihlaline karşı bir tepki olarak gelişmiştir. 1848 tarihli Komünist Manifestosu Sosyalizmin başlangıcı olarak kabul edilir. Ana hatları ile sosyalistler serbest piyasa ekonomisine ve özel mülkiyete karşı olup, kolektif faaliyet ve kamusal mülkiyeti savunurlar.
İktisadî bunalımlar ve sosyal çalkantılar, dünya savaşları, sosyalist cumhuriyetlerin kurulması gibi nedenlerin de etkisiyle mezkûr iki büyük ekonomik sistem karşılıklı etkileşim içinde olmuş ve işçi hakları açısından da olumlu gelişmeler sağlanmıştır. Bu sayede sosyal devlet ilkesi de gelişerek evrensel bir nitelik kazanmıştır. Buna sırasıyla 1802 yılındaki çocuk istihdamı ve çalışma süreleri hakkındaki düzenleme, 1824 yılındaki sendika kurma hakkının tanınması, 1869 yılındaki Türk Maadin Nizamnamesi, 1881 yılındaki Alman ve 1911 yılındaki İngiliz ulusal sigorta sistemleri, 1919 yılındaki ILO’nun kurulması, 1945 yılındaki ABD çağdaş sosyal güvenlik yasası ve nihayetinde 1948 yılındaki BM tarafından kabul edilen İnsan Hakları Beyannamesi örnek gösterilebilir.
Haftaya iş ve çalışma mevzuatının Türkiye’deki gelişimini ele almak dileğiyle…